Sâlebe bin Hâtib , heba olan bir ömür
ZEKÂT VERMEKTEN KAÇINAN SÂLEBE BİN HÂTİB’İN ÂKIBETİ
Ebû Ümâmetü’l-Bâhilî der ki:
Sâlebe bin Hâtib-i Ensârî, Rasûlullâh’a geldi:
‘–Yâ Rasûlâllah! Bana servet nasip etmesi için Allâh’a duâ et.’ dedi.
Rasûlullah;
“–Eyvah Sâlebe’ye! Şükrünü edâ ettiğin az, şükrünü edâya güç yetiremeyeceğin çoktan hayırlıdır.” buyurdu.
Sâlebe, bundan sonra, Rasûlullâh’ın yanına tekrar geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana servet nasip etmesi için Allâh’a duâ et.” dedi.
Rasûlullah;
“–Ben, senin için güzel bir örnek değil miyim? Sen Allâh’ın peygamberi gibi olmaya râzı değil misin?
Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki; dağların altın ve gümüş olarak benimle gezip dolaşmasını istesem, muhakkak gezer dolaşır!..” buyurdu.
Sâlebe, bundan sonra yine Rasûlullâh’ın yanına geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana servet nasip etmesi için Allâh’a duâ et.
Sen’i hak din ve kitapla gönderen Allâh’a yemin ederim ki; Allah bana servet nasip edecek olursa o servetten muhakkak her hak sahibine hakkını veririm.” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah -aleyhisselâm-;
“Allâh’ım! Sâlebe’ye servet nasip et. Allâh’ım! Sâlebe’ye servet nasip et.” diyerek duâ etti.
Sâlebe davar edindi. Davar, küçük kurtlar ve böcekler gibi üremeye başladı. Medine dar geldi. Medine’den ayrıldı, vadilerden bir vadiye indi.
Sâlebe; yalnız öğle ve ikindi namazlarını Rasûlullah’la kılar, öteki namazlarını davarlarının yanında kılardı.
Davarlar çoğalıp üremeye, develer de öylece çoğalmaya devam edince, Sâlebe; vakit namazlarını bıraktı. Yalnız, Cuma namazına gelir oldu.
Davarlar ve develer adetâ haşerat gibi günden güne çoğalıyordu. Malıyla meşgul olmayı seçen Sâlebe; Cuma namazını da bıraktı. Ancak Cuma günleri, yolcularla buluşur, şehirde olan bitenleri onlardan sorardı.
Bir gün Rasûlullah onu hatırladı ve;
“–Sâlebe ne yapıyor?” diye sordu.
“–Yâ Rasûlâllah! Sâlebe, davar edinmişti. Davarları Medine’ye sığmaz oldu.” dediler ve izahat verdiler.
Rasûlullah;
“–Eyvah Sâlebe’ye! Eyvah Sâlebe’ye! Eyvah Sâlebe’ye!” buyurdu.
Yüce Allah; zekât âyetini indirdiği zaman Rasûlullah biri Süleymoğullarından öbürü Cübeyneoğullarından iki kişi seçip yolladı.
Onlara, müslümanlardan zekâtı nasıl alacakları hakkında, hayvanların yaşlarını gösterir bir yazı da yazdı. Bu zekât tahsildarlarına;
“Sâlebe bin Hâtib ile Süleymoğullarından filân zâta uğrayınız. Onların mallarının zekâtlarını alınız!” buyurdu.
Tahsildarlar yola çıktılar. Sâlebe’nin yanına vardılar. Malının zekâtını istediler. Rasûlullâh’ın zekât hakkındaki yazısını da ona okudular.
Sâlebe;
“Bu, cizye ve haraçtan başka bir şey değil! Cizye ve haracın kardeşinden başka bir şey değil bu!
Hele siz bir gidiniz. İşinizi gördükten sonra, bana uğrayınız!” dedi. Tahsildarlar da gittiler.
Süleymli zât; tahsildarların söylediklerini işitince, zekâtlık çağındaki devesinin en iyisine baktı ve onu zekât için ayırdıktan sonra, tahsildarlara teslim etmek üzere karşılamaya çıktı.
Tahsildarlar onu görünce;
“–Malının böyle en iyisini seçip vermen gerekmiyor. Senden bunu alamayız.” dediler.
Süleymli;
“–Hayır, alın onu! Çünkü, nefsim onunla tertemiz olacak. Bu, ancak onun için ayrılmıştır.” dedi.
Bunun üzerine tahsildarlar, mecburen aldılar.
Tahsildarlar, uğrayacakları herkese uğrayıp mallarının zekâtlarını topladılar. Sonra da Sâlebe’nin yanına döndüler.
Sâlebe;
“Yazınızı, bana bir kere daha gösterin bakalım.” dedi. Yazıyı okuyunca;
“Bu, cizye ve haraçtan başka bir şey değil! Cizye ve haracın kardeşinden başka bir şey değil bu!
Hele siz, şimdi gidiniz de ben, bir düşüneyim.” dedi.
Tahsildarlar, dönüp Medine’ye geldiler.
Rasûlullah; onları görünce, onlar daha konuşmaya başlamadan;
“Eyvah Sâlebe’ye!” buyurdu. Süleymli için de hayır ve bereket için duâ etti.
Tahsildarlar; Sâlebe’nin yaptıklarını da, Süleymlinin hareketini de Rasûlullâh’a haber verdiler.
Bunun üzerine yüce Allah, indirdiği âyetlerde şöyle buyurdu:
“Onlardan kimisi de var ki «Allah bize fazl u kereminden servet verirse; mutlaka onun zekâtını veririz ve herhâlde sâlihlerden oluruz.» diyerek Allâh’a söz vermişlerdi.
Allah, onlara istediklerini fazl u kereminden verince, cimri kesildiler. Allâh’ın emrine uymaktan yüz çevirdiler.
Zaten onlar, dönektirler.
Allah da, verdikleri va‘di tutmadıkları ve yalan söylemeyi âdet edindikleri için, onların bu fiillerinin âkıbetini, kalplerinde kıyâmet gününe kadar sürecek bir nifaka çeviriverdi.” (et-Tevbe, 75-77)
O sırada Rasûlullâh’ın yanında Sâlebe’nin akrabalarından bir zât bulunuyordu. Bunu işitir işitmez Sâlebe’nin yanına vardı:
“Yazıklar olsun sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyetler indirdi.” dedi.
Sâlebe, hemen Peygamber -aleyhisselâm-’ın yanına geldi. Zekâtını kabul etmesini diledi.
Peygamber -aleyhisselâm- ona;
“Yüce Allah beni, senin zekâtını kabul etmekten men etti.” buyurdu.
Sâlebe, başına topraklar saçmaya başlayınca; Rasûlullah -aleyhisselâm-;
“Bu, senin kendi amelin; kendi hareketlerinin neticesidir. Ben zekâtını vermeni sana emrettim. Sen, emrime itâat etmedin.” buyurdu.
Rasûlullah, Sâlebe’nin zekâtını almaya yanaşmayınca, Sâlebe; dönüp evine gitti. Rasûlullah, irtihal edinceye kadar, ondan zekât olarak bir şey almadı.
Halîfe olduğu zamanda Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a geldi:
“–Sen, benim mevkîmi, ensar arasındaki yerimi Rasûlullah’tan öğrenmişsindir. Zekâtımı kabul et!” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Rasûlullah, senden zekât olarak bir şey kabul etmemiştir. Ben, onu kabul edebilir miyim?” dedi ve irtihal edinceye kadar, Sâlebe’nin zekâtını kabul etmedi.
Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- Hazret-i Ebûbekir’in yerine geçince, Sâlebe ona geldi:
“–Ey mü’minlerin emîri! Zekâtımı kabul et.” dedi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Senden Rasûlullah da, Ebûbekir de zekât kabul etmediler. Ben onu kabul edebilir miyim?” dedi ve hayatı boyunca kabul etmedi.
Sonra Osman bin Affan -radıyallâhu anh- Hazret-i Ömer’in yerine geçti. Sâlebe, ona da geldi. Zekâtını kabul etmesini diledi.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-;
“–Onu Rasûlullah da, Ebûbekir de, Ömer de kabul etmediler. Ben onu hiç kabul edebilir miyim?” dedi. O da kabul etmedi.
Nihayet Sâlebe, Osman bin Affan’ın halîfeliği devrinde ölüp gitti.
M. Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 270