Osmanlı Devletinde Çıkan Darbeler
Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri darbelerin Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığının ilkdönemindeki 1446 Buçuktepe İsyanı ile başlayıp 1913’teki Bâbıâli baskınıyla sona erdiği kabul edilmektedir. Yeniçeriler, 1446’da başkent Edirne’de Buçuktepe isyanıyla II. Mehmed’i yaşı küçük olduğu gerekçesiyle Manisa’ya gönderip babası II. Murat’ı yeniden tahta getirdiler. Yeniçerilerin başlattığı isyan, II. Murat’ın yeniden tahta geçerek yeniçerilerin maaşına zam yapmasıyla son sona erdi.
Darbeyi unutmayan Fatih Sultan Mehmed tekrar tahta çıktıktan sonra aralarında yeniçeri ağasının da bulunduğu askerleri çeşitli cezalara çarptırdı ancak bu yeniçerilerin yaptığı son yönetim değişikliği olmadı. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünü gizleyerek, Cem Sultan’ın tahta geçmesini amaçlayan Vezir-i Azam Karamani Mehmed Paşa’yı öldüren yeniçeriler, 1481 Mayıs’ında, Paşanın başını mızrağa geçirerek İstanbul’da dolaştırdılar.
Fatih Sultan Mehmed’den sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı neredeyse yok gibidir. Osmanlı padişahlarının üçte birininisyan ve darbe ile tahtını kaybettiği göz önüne alındığındadurumun vahameti anlaşılabilir . Hatta bazı padişahlar sadece tahtlarını değil aynı zamanda feci şekillerde hayatlarını da kaybettiler.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk askeri darbeyi gerçekleştiren Yeniçeriler başlangıçta devletin savaş esirlerinin beşte birini alarak ordu ve idari kadrolarında kullanmak üzere yetiştirmesine dayanıyordu. Çünkü esirlerin beşte biri padişahın hakkıydı. Ancak ilerleyen süreçte yeniçeri askerleri, İmparatorluğun Hıristiyan tebaasının çocuklarının devşirilmesi suretiyle alındı. 1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra seferlerin azalması sonucu, elde edilen esirler de azaldığından, devşirme sistemi hayatageçirilerek İmparatorluğun sınırları içindeki Hıristiyan çocukların devşirilmesine başlandı. Bu usul, Çelebi Mehmed döneminde (1413- 1421) uygulanmaya başlandıysa da, kanunlaşıp bir sisteme kavuşması II. Murad’ın hükümdarlığı döneminde (1421-1451) oldu. Kapıkulu Ocaklarının ihtiyaçları belirlenip Divân-ı Hümayun’a bildirilerek buradan çıkankarara göre belirli bölgelerdeki Hıristiyan ailelerinin sekiz ila yirmi yaş arasındaki gençleri devşirilirdi.
Sultan II. Bayezid daha yaşarken tahttan çekilerek Şehzade Ahmed’i tahta getirmek istemesi yeniçerilerin tepkisiyle karşılandı. Buna rağmen Şehzade Ahmed’itahtageçirmek için payitahta çağıran Bayezid’in bu ısrarı karşısında yeniçeriler, 21 Eylül 1511’de isyan ederek Yavuz Selim’i tahta çıkarmak için direndiler. Askerlertahta geçmek için Üsküdar’a kadar gelmiş olan Şehzade Ahmed’in saraya gitmesini engellemek için boğazdaki ulaşım araçlarına el koydular. Böylece İstanbul’da bir kargaşa ve düzensizlik başladı. Bunun üzerine tahttan vazgeçen Şehzade Ahmed Konya’ya dönmek zorunda kaldı. Bu arada bazı devlet adamları Şehzade Korkut’u İstanbul’a çağırarak askeri kendi tarafına çekerek tahta geçmesi için çalıştı. Ancak Yavuz Selim’i Padişah olarak görmek isteyen askerler Bayezid’e mektuplar gönderip Yavuz Selim’i kendilerine serdar tayin etmeleri konusunda sıkıştırdılar. Hatta ağabeylerine karşı Selim’i destekleyen paşalar ve yeniçerilerin talepleri kabul edilmediği takdirde II. Bayezid’i öldürmekle tehdit ettiklerine dair kayıtlar da bulunmaktadır.
ŞehzadeAhmed’i padişah yapamayacağını anlayan II. Bayezid yaşadığı müddetçe tahtı bırakmayacağını belirtmesine rağmen,yeniçerileri de arkasına alarak babası üzerinde baskı oluşturan Yavuz Selim, babasının tahttan çekilmesini sağladı. Böylece 24 Nisan 1512’de tahta çıkan Yavuz Sultan Selim babasına karşı darbe yapıp onu tahttan indirerek yerine geçen ilkOsmanlı hükümdarı oldu. Ardından düşük ayarlı ulufe akçesi yüzünden 2 Nisan 1589’da Divan-ı Hümayun’u basan sipahiler Beylerbeyi Mehmed Paşa ile Defterdar Mahmud Efendi’nin III. Murat’ın fermanıyla idam edilmesini sağladılar. Yine düşük ayarlı akçe yüzünden 1 Nisan 1600’de isyan eden sipahiler, sarayın rüşvet işlerini çevirdiği iddia edilen Yahudi kadın Ester Kira’yı parçaladılar. Oğulları da idam edildi.
Anadolu’daki Celali İsyanı nedeniyle 6 Ocak 1603 tarihinde ayaklanan Kapıkulları, kimi vezirlerin azlini yeterli görmeyerek çok sayıda devlet yetkilisinin ölümüne neden oldular. III. Mehmed’i ayak divanına çıkartıldığı olayda saray ağaları öldürüldü. Yine 6 Şubat 1603’te Sipahilerle Yeniçeriler, sadrazam değişikliği yüzünden üç gün boyunca İstanbul sokaklarında çatıştılar. Osmanlı tarihinin en korkunç ayaklanmalarından biri de 18 Mayıs 1622 tarihinde yaşandı.Devrin Hükümdarı II. Osman’ın yanısıra vezirler ve ağaların da öldürüldüğü bu ayaklanma ve darbe,Büyük Katliam adıyla tarihe geçti. Bazı icraatları asker, ulema ve halk arasında hoşnutsuzluğa yolaçmış olanII.
Osman’ın, askerlerin temel sorunları dururken,hacca gitmek için yola çıkması bardağı taşıran sondamla olmuştu . Padişah’ı hacca gitmemesi için uyaran sipahiler ve yeniçerilerin aynı zamanda bazı vezirlerin görevden alınması yönündeki talepleri de karşılanmayıp, üstüne üstlük yeniçerileri tehdit edici dedikoduların yayılmasıyla, II. Osman tahttan indirilerek akli dengesi yerinde olmayan amcası I. Mustafa ikinci kez tahta getirildi.Tutsak alınan II. Osman öldürülerek I. Mustafa’nın tahtına olası tehditler ortadan kaldırıldı. Ancak II. Osman’ın öldürülmesi ve padişahın değiştirilmesi sorunları çözmek şöyle dursun Osmanlı İmparatorluğu’nu yıllarca sürecek bir kargaşanın içine sürükledi.
Artık yeniçeriler ve sipahiler canlarının istediği kişiyi istedikleri makama tayin ettiriyor veya azlettiriyor, hatta öldürüyorlardı. Kapıkulu Ortaları 7 Şubat 1632’de Topkapı Sarayına yürüyerek IV. Murad’ı tehdit ettiler. Hafız Paşa’yı parçaladılar. Daha bir ay geçmeden yine 2 Mart 1632’de tekrar saraya yürüyen askerler IV. Murad’ı ayak divanına çıkarttılar. Olaylar Haziran ayına kadar devam etti. Ardından Sultan İbrahim, 8 Ağustos 1648’de ocak ağaları ile ulemanın mutabakata varmasıyla tahttan indirildi. Şeyhülislamdan alınan fetva ve Sultan İbrahim’in yerine geçirilen oğlu 7 yaşındaki IV. Mehmed’den alınan fermanla boğduruldu. Olayların bu kadar acımasız bir şekilde gelişmesinin ardından birçok toplumsal ve ekonomik nedenler gösterilmektedir.
Bir yandan modern aydın zümresinin henüz yetişmediği bu dönemde ulemadan ve toplumda etkinliği bulunan kesimlerden bazı şahsiyetler ile muhalif devlet adamları ve askerler farklı amaçlarla bir araya gelerek isyanlarda rol oynayabiliyordu. Diğer yandan 17. yüzyılın ortalarında yeniçeriler artık kent kültürünün önemli aktörleri haline gelmişti. Artık yerleşik hayata geçenlerin, aile hayatına karışanların, esnaflaşanların sayısı gittikçe artmıştı. Dahası yeniçeriler 1650’lere gelindiğinde kendi aralarında, daha sonra da cemaatlerietrafında ekonomik örgütlenme gerçekleştirerek kentlilere düşük faizlerle kredi vermeye başlamıştı. Böylelikle cemaatler sadece askeri ilişkiler anlamında değil aynı zamanda ekonomik anlamda da bir dayanışma ağı geliştirmişlerdi. Dolayısıyla siviller ve yeniçeriler arasındaki sınırların bulanıklaşmasının nedenlerinden biri ticari ilişkileri oluşturmaktaydı.
Anadolu’dan gelip yeniçeri yazılmış ve payitahtın sunduğu nimetleri değerlendirmek isteyen köylüler veya esnaf olup yeniçeri unvanlarıyla kendilerine loncalarında yükselme şansı yaratmaya çalışan kentliler gibi, birçok değişik katmandan oluşan sivil-asker topluluğunun toplumsal patlamalar esnasında ortak refleksler geliştirmesi bu durumu yansıtıyordu. Hatta tepkileri Ocakla hiç ilgisi olmayan bazı halk kesimlerinde de yankı buluyordu.
Hazinede para olmadığı için 1650’de askere verilmesi gereken ulufenin ödenmemesi üzerine,1651 Haziran ayında askerler ağalarını taşlayıp isyan başlattılar. Yağma ve öldürülmelerin yaşandığı olaylar günlerce sürdü ve sonunda çocuk yaştaki padişah IV.Mehmed ayak divanına çıkarıldı. Ardından 1651 Eylül’ünde de saray hareminde, içoğlanları ve baltacılar Kösem Sultanı boğdu ve Sancak-ı Şerif çıkartılarak halk ve esnaf eyleme çağrıldı. Esnaf padişah fermanı olmadan dükkânlarını açmamakta kararlı olmasına rağmen yeniçerilerin tehditlerine dayanamadı ve zamanla dükkânlarını açtı. İstanbul’daki ilk esnaf isyanı olan 1651 olayları, daha fazla zararlı hale gelmeden padişahın gayretleri ile yatıştırıldı .
1656 Şubat ayının son haftasında yeniçeri ulufeleri dağıtıldığında, Girit Seferi’nden dönen yeniçerilerin dağıtımdan pay alamamaları ve Kapıkulu Ocaklarına da ayarı düşük akçe verilmesini bahane eden askerler ayaklandı. Padişah IV. Mehmet’e taleplerini bildiren isyancılar aynı zamanda idam edilmelerini istedikleri kişilerin adlarının yazılı olduğu bir defter de verdiler. Talepleri kabul eden Padişah, listede olanların canlarının bağışlanmasını istemesine rağmen isyancılar direndiler. Bunun üzerine Bostancıbaşıidamları istenen kişileri öldürerek cesetlerini isyancılara teslim etti. Cesetler atmeydanına götürülerek buradaki çınar ağacına baş aşağı asıldı. Günlerce süren olaylarda çok sayıda insan öldürüldü.Olaylar “Vakai Vakvakiye” adıyla tarihe geçti.
Osmanlı ordusunun Batı Cephesi’nde bozguna uğramasının ardından ordu İstanbul’a dönerken 5 Eylül 1687’de ayaklanan Kapıkulları IV. Mehmed’in tahttan çekilmesini istedi.Talep edilen yetkililerin kelleleri kesildi ve padişah tahtan çekildi. Ardından cebeciler öncülüğünde Temmuz 1703’teİstanbul’da başlayıp Edirne’de sona eren ve “Edirne Vakası”olarak bilinen ayaklanma 4 Aslında eğlencelerin ve törenlerin yapıldığı biryer olan atmeydanı bu dönemde adeta isyanlarla özdeşleşmişti.
Meydan artık, kozların paylaşıldığı, hanedanın meşruiyetinin tartışıldığı, idarecilerin icraatınıneleştirildiği, karşılıklı fetvaların birbirinihükümsüz kıldığı, bunların bazen bir padişahın tahttan indirilmesine, hatta öldürülmesine kadar ileri gittiği, kozların paylaşıldığı bir mekân haline gelmişti. Bu durum bazı devlet adamlarının canlarına mal olurken, bazıları için ise ikbal kapılarınınardına kadar açıldığı, her şeyin devletin bekası ve adaletin temini için yapıldığıbir mekân haline gelmişti. Sonucunda Feyzullah Efendi idam edildi ve II. Mustafa tahttan çekildi.
28-29 Eylül 1730’de Patrona Halil’in yönettiği kanlı ayaklanmada, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve kimi vezirler boğdurulup cesetleri sokaklarda sürüklendi. III. Ahmet tahttan çekildi ve I. Mahmud cülus etti (Kalabalık, 2017). Sultan III. Selim’in kurduğu Nizam-ı Cedit ordusundan memnun olmayan bazı devlet adamları Osmanlı-Rus Savaşı’nın devam ederken Yeniçeri Ağaları ile Nizam-ı Cedit’i ortadan kaldırma planları yaptılar. Kabakçı Mustafa liderliğinde 25 Mayıs 1807’de ayaklanan yeniçerilere müdahalede çok geciken, III. Selim, Nizam-ı Cedit’i kapatmak zorunda kaldı. Talepleri yerine getirilen isyancılar buna rağmen eylemlerini sürdürdüler. Nizam-ı Cedit’i destekleyen on devlet adamının kendilerine teslim edilmesini isteyen asiler, Şehzade Mustafa ve Şehzade Mahmud’un da hayatlarının tehlikede olduğunu öne sürerek kendilerine yollanmasını ve III. Selim’in tahttan çekilmesini istediler. III. Selim, 29 Mayıs 1807’de tahtını bıraktı ve IV Mustafa cülus etti.
Bu olayın ardından Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılacağı ile ilgili söylentilerin ortaya çıkmasıyla orduda yapılan reformlara karşı çıkan yeniçeriler, Sekban-ı Cedit adıyla yeni bir modern ordu kurulmasının gündeme gelmesi üzerine Kasım 1808’de ayaklandı. Yeniçerilerin Alemdar Mustafa Paşa’nın evini basması ve Paşa’nın evi ateşe verilmesiyle birlikte yaklaşık 300 yeniçeri de kendisiyle birlikte hayatını kaybetti. Sürekli ayaklanmalarla gündeme gelen yeniçerilerin tüfekle talimi kabul etmeyerek kazan kaldırması üzerine, 16 Haziran 1826 tarihinde başlayan isyan aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına neden oldu. Yeniçeri Ocağı’nın yeniliklere karşı engel oluşturduğunu düşünen II. Mahmud kendisinden önceki reformcuların kötü tecrübelerinden yararlanarak, ilmiye sınıfının desteğini de alıp İmparatorluğun en önemli yapılarından biri olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Olay Vaka-ı Hayriye adıyla tarihe geçti.
Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının ardından 1841’den itibaren örgütlenme açısından yerel komutanları olan eyalet orduları teşkil edildi. Merkezi bürokrasi de güçlendirilerek ordu saflarındaki siyasileşme bertaraf edilmeye çalışıldı. Ancak Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması askeri ayaklanmalar ve darbelerin sonunu getirmeye yetmedi, isyanlar ve darbeler devam etti. Üstelik bundan böyle darbelerde dış dinamikler ve müdahalelerin etkisi de giderek belirgin hale geldi. Bu bakımdan Harbiye Mektebi de askerlerin siyasallaşmasını ortadan kaldıramadı. Diğer yandan teknik yönden güçlenen ordu yine zamanın en önde gelen kurumu oldu. Bu durum, ordunun kendisini en önemli kurum olarak görmesine ve devlet yönetiminde etkinliğini sürdürmesine önemli olanaklar sağladı.
Osmanlı Devleti 19. yüzyılda, Mısır ve Rusya’nın etkinliğini bertaraf etmek isterken, İngiltere ve Fransa’nın etkisine girdi. Bu etkinin altında Tanzimat ve Islahat fermanları ilan edildi, ardından Meşrutiyet’in ilanı gündeme geldi. Buna direnen Sultan Abdülaziz’in de “hal edilmesi” gerekiyordu. Bu yüzden 29 Mayıs 1867’de, Padişah Abdülaziz hakkında, “Umuru siyasetten bihaber, devlet mülkünü tahrip edip, bu tutumu ile bekayı mülk ve millet için mevcudiyeti muzur olup, hal’i caiz olduğuna”, dair Şeyhülislam fetvası alındı ve 30 Mayıs 1876 gecesi, Sultan Abdülaziz’in istifa ettiği bildirilen bir açıklama okundu. Böylece padişah devrildi ancak buda yetmedi. Bazı kaynaklara göre darbeciler tarafından dövülerek öldürüldü ve Sultan’ının ölümüne intihar süsü verildi.
Ekonomik sorunların yanısıra iç ve dış huzursuzlukların ve dış dinamiklerin (özellikle İngiltere ve Fransa’nın) oynadığı roller sonucu meydana gelen bul “hal” olayı, bir anlamda, ekonomik ve siyasi anlamda İngiltere ve Fransa’ya bağımlığı ortaya çıkarmıştı. Sultan Abdülaziz’in yerine getirilen V. Murat da ancak 93 gün tahtta kalabildi. V. Murat’ın cinnet geçirdiği ileri sürülerek, akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876 tarihinde tahttan indirildi. Darbeciler V. Murat’ın yerine bu kez II. Abdülhamid’i tahta getirdi. Bu arada cumhuriyet ilan edeceği söylenen Mithat Paşa, 19 Aralık 1876’da, ikinci defa başbakanlığa getirildi ve Osmanlı’nın ilk anayasası olan Kanun-i Esasi, 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edildi. Böylece I. Meşrutiyet başladı ancak Padişah 93 Harbi’ni ileri sürerek 14 Şubat 1878 tarihinde anayasal meşruti monarşiye son verdi. Kanun-i Esasi’yi askıya alan II. Abdülhamid’e karşı da isyanlar ve darbeler devam etti. Hatta II. Abdülhamid Osmanlı tarihinde en çok isyan, darbe ve suikast girişimine maruz kalan padişah oldu.
31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkan II. Abdülhamid daha sultanlığının 9’uncu ayında tahttan indirilmesi için darbe girişimine maruz kaldı. Ali Suavi adındaki bir Jön Türk,19 Mayıs 1878 tarihinde akıl sağlığı ile ilgili sorunlar yaşadığı söylenen Sultan V. Murat’ı gözetim altında tutulduğu Çırağan Sarayı’ndan zorla çıkarıp tahta oturtmak için darbe teşebbüsünde bulundu .
Yine II. Abdülhamid’in arşivinde bulunan, 1898 yılında Jön Türklerin hazırladığı ve İstanbul’daki örgüt mensuplarına gönderdiği bir yazıda Padişah’a yönelik bir askeri hücum planı yer almaktaydı. Sultan’ın yetkilerinin kısıtlanması ve seküler bir sistemin kurulması gibi amaçlarla bir araya gelen Jön Türkler, 1889’da İttihat ve Terakki Örgütü’nü kurdular.
1902 yılının Şubat ayında Paris’te yapılan I. Kongre’de İsmail Kemal Bey, İngilizlerin yardımı ile Sultan’a karşı bir askeri isyan tertip etmeyi önermişti. Kongre’nin en önemli sonucu “yalnızca propaganda ve neşriyat yolu ile ihtilal yapılmaz, ancak yabancı bir devletin desteği ile Abdülhamid’e karşı ihtilal yapılabilir” şeklindeydi .
İttihat ve Terakki, Padişahın tekrar Meclisi açması için baskılar yapıyordu.Padişah meşrutiyeti ilan etmeyince, Niyazi Bey ve Enver Bey emirlerindeki askerlerleBalkanlarda ayaklanarak isyan başlattılar. Ayaklanmanın büyümesini istemeyen II. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908’de ikinci kez meşrutiyeti ilan etti. Böylece II.Meşrutiyet dönemi başladı. Ancak meşrutiyetin yeniden ilanı bir kısım sivil-asker, aydın ve bürokrat nezdindebir rejim davasına dönüştürüldü ve yeni darbelerin kapısını araladı. Bu kez de meşrutiyet karşıtı oldukları ileri sürülenler 31 Mart 1909’da İstanbul’da isyan çıkardı. II. Abdülhamid’in meşrutiyeti yıkmak için isyan çıkardığı ileri sürülerek, Selanik’ten getirilen Hareket Ordusu’nun isyanı bastırması sağlandı. Oysa olayın Almanların yanında savaşa girmeyeceğini belirten II. Abdülhamid’i devirmek için Enver Paşa öncülüğünde Alman yanlısı cunta tarafından gerçekleştirildiği söylenmektedir. Nitekim Harekat Ordusu İstanbul’a hakim olduktan sonra, 27 Nisan 1909’da bir fetva ile bu Sultan da “hal” edildi. Bu olay da “31 Mart Vakası” adıyla tarihe geçti.
II. Meşrutiyet, beraberinde etkileri günümüze kadar uzanacak bir çok köklü ve karmaşık sorun da getirdi. Orduyu birleşik bir savaş kuvveti olarak koruma ve yüksek komutanın otoritesini sürdürmekten yana olan bazı üst düzey komutanlar, darbelere bulaşmaya karşı olmalarına rağmen, 1908 ve 1909’da İmparatorluğun siyasi kaderinin belirleyicisi olan ordu tam boy siyaset ağına düşmüştü. Subay grupları iç hesaplaşmalarda taraf olduklarından, ordu tarafsız bir kuvvet konumunu yitirdi, güçlerini korumak için sivil politikacılara ve kurumlara (en başta da İttihat ve Terakki’ye) dayandı.İttihat ve Terakki politikalarının 1918’deki yenilgiyle sonuçlanmış olması bu sivil-asker ortaklığının kusurlarını kuşku götürmez derecede açığa çıkardı. Siyasete bulaşma da orduyu çok zayıflatmış ve ulusal bağımsızlığın neredeyse yitirilmesiyle sonuçlanmıştı. Ordunun kendisini sürekli devletin temeli olarak algılaması anlayışı sonraki yıllarda da Türk siyasetindeki zayıf halkalardan biri olacaktı.
Osmanlı ordusunun devletle özdeşleşmesi Osmanlıları büyüten siyasi ve askeri mekanizmanın tamamen çökme durumunda olduğunun anlaşılmasından sonra, hem devleti hem de orduyu bir krizin içine sürükledi. Dolayısıyla 19. yüzyıl boyunca Osmanlı yöneticileri kendi otoritelerinin siyasi temelini yıkmadan, orduyu yeniden yapılandırma görevi ile yüz yüze kaldılar. Ayrıca modern silah ve eğitim eksikliği gibi teknik sorunların üstesinden gelmek de zordu. Fakat uzun erimde siyasi toplumsal ve kültürel sorunların içinden çıkılabilirdi. Ancak orduyu yeniden yapılandırma programı, geleneksel yapının devamında büyük çıkarları olanların sert muhalefeti ile karşılaştı. Başlangıçta 1807 ve 1808’de değişime karşı olanlar zafer kazanmış gibi görünüyordu. 1826’da yeniçerilerin bertaraf edilmesiyle 19. yüzyıl boyunca reformcuların konumlarını yavaş yavaş da olsa güçlendirmelerine karşın, 1909’a kadar sorun nihai olarak hal edilemedi. “31 Mart Olayı” ordu içinde bir iç savaş riskinden sakınma yönünde komutanlara çarpıcı bir uyarıydı. Ancak bu olayı müteakiben yaşanan darbeler, ordu ve yöneticilerin bu olaydan ders çıkarmadığını gösterdi.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber eski rejimin baskıcı yönlerini eleştiren, hürriyet ve adaletin değerini vurgulayan siyasi söyleme rağmen,olağanüstü halin kaldırılması dahi gündeme gelmedi. Aksine 31 Mart Vakası’ndan itibaren payitaht başta olmak üzere, çeşitli gerekçelerle birçok bölgede uzun sürelerle bu uygulamaya başvuruldu . Askeri darbeler 12 Haziran 1912’deki “Halaskâr Zabitan” (Kurtarıcı Subaylar) grubu isyanıyla devam etti. İttihat ve Terakki Fırkası’na muhalefet eden bu subay grubu bir muhtıra yayınlayarak meclisin dağıtılması ve yeni bir hükümetin kurulmasını talep etti. İttihatçıların buna boyun eğmesiyle yeni bir kabine kuruldu ancak kabine güvenoyu alamadı.O sırada Balkan Savaşı başlamış, Bulgar ordusu hızla Çatalca önlerine varmış ve Edirne düşman eline düşmüştü. Bu karmaşa ve hezimeti fırsat bilen İttihatçılar, iktidarı yeniden ele geçirmek için hükümeti devirme kararı aldı. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey ile yaklaşık 30 kişilik bir grup, büyük bir kalabalık eşliğinde Edirne için sloganlar atarak, Babıâli’ye doğru yürüdü. Kabine toplantısının yapıldığı binada muhafızlar gelenlere engel olmadılar. Girişte isyancılara engel olmak isteyen Sadaret Yaveri Nafiz Bey ve Harbiye Nazırı Yaveri Kıbrıslızade Tevfik Bey ile Harbiye Nazırı Nazım Paşa vurularak öldürüldü. Ardından Sadrazam Kamil Paşa’ya silah zoruyla bir istifaname yazdırıldı. Paşa önüne konan kâğıda “asker tarafından gelen teklif yüzünden istifaya mecbur kaldığını” yazınca, İttihatçılar buna “ahali” sözcüğünü de ekleterek istifanın sebebini “ahali ve asker” birlikteliğine dönüştürdüler. Ardından Enver Bey, silahlı bir şekilde Padişah’ın karşısına dikilerek Mahmut Şevket Paşa’yı Sadrazam tayin ettirdi .Tarihe “Babıâli Baskını” adıyla geçen bu olayın ardından 23 Ocak 1913 günü Mahmud Şevket Paşa Sadrazamlık makamına getirildi. Paşa aynı zamanda Harbiye Nazırlığı görevini de üstlenmişti. Ancak Mahmud Şevket Paşa 11 Haziran 1913 günü Bâb-ı Âli’ye geldiği sırada bir silahlı saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. Olayın aydınlatılması gerekçesiyle hükümet tarafından olağanüstü önlemler alındı ve İstanbul’da gecelerisokağa çıkma yasağı ilan edildi. İstanbul’da ilan edilen bu sıkıyönetimin ardından muhalif gruplara karşı bir “sürek avı” başlatıldı.
DARBE VE REFORMLAR
Kanuni’nin son yıllarına kadar İmparatorluğun iyi işleyen kendine özgü toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeninin birtakım iç ve dış sebeplerden dolayı bozulmaya başlaması, ciddi reform ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. 16. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomik sorunlar, siyasi çekişmeler,başta asker olmak üzere değişik hiziplerin ortaya çıkardığıisyanlar, bazen o kadar şiddetli ve yıkıcıydı ki döneminyerli ve yabancı gözlemcileri devletin yakında çökeceğini düşünüyorlardı.
İmparatorluğun çöküşünü engellemek ve onu yeniden eski gücüne kavuşturarak, batılı devletler karşısında gerilemesini engellemek için bir takım reformların yapılması kaçınılmaz olmuştu. Başlangıçta dışarıdan gelen saldırıları önlemek kaygısı ile yapılan reformlar, önemli ölçüde askeri alanı kapsıyordu. Böylece orduda başlayan reformlar, Avrupa sistemi taklit edilerek yapıldı.
Sultan I. Abdülhamid döneminde Avrupa’dan askeri eğitmenler getirilerek, batı usulü eğitim, askeri teknik ve teknoloji ile ordunun yeniden yapılandırılmasına çalışıldı. İmparatorluğun modern bir devlet olma yolunda orduda başlattığı reformlar,Tanzimat’la birlikte eğitim, idari ve toplumsal kurumlara da yayıldı. 1839’daki Tanzimat Fermanı ile başlatılan reformları, 1856’da Islahat Fermanı takip etti. II. Abdülhamid döneminde toplumsal muhalefete rağmen reformlar, II. Meşrutiyetin ilan edildiği 1908’e kadar kesintili bir şekilde sürdürüldü. 1876’da meşruti yönetime geçilmesine rağmen, Osmanlı toplumu siyaset yapmayı; partiler yerine, bürokrat liderler etrafında toplanan seçkinler, tarikatlar, mahalli ve hanedanlar aracılığıyla gerçekleştirdi. Ancak bu evrede bir tür doğu-batı ikiliği hâkim olduğundan reform ve yenilenme girişimleri, “Avrupalılaşma” veya “batılılaşma” hareketleri toplum tarafından benimsenmedi.
Sultan II. Mahmud ve Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın Sened-i İttifak’ı imzalayarak Sultan ve ayanlar arasında bir mutabakat sağlaması hoş karşılanmamıştı. Özellikle de orduda yapılan değişiklikler çeşitli tepkilerle karşılandı ve bu yüzden ayaklanmalar, baskınlar ve darbelerle anılan trajik olaylar meydana geldi.Batılılaşma çabaları Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Harbiye’nin açılmasıyla hız kazanmıştı. Padişaha mutlak şekilde bağlı kul bürokrasisi, yerini padişah karşısındaki konumu bir ölçüde de olsa güvenceye kavuşmuş olan merkezi bürokrasiye bırakmıştı.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve II. Mahmut’un gerçekleştirdiği reformlar, batılılaşma hareketlerinin başlaması açısından çok önemli bir dönüm noktası oldu ancak reformcu Sultan’ın adı “gavur” padişaha çıktı. 19. yüzyılda yapılan özellikle askeri alandaki reformlarla gerçekleştirilen batılılaşma süreci yeni bir orta sınıf ortaya çıkarırken, aynı zamanda yönetimden memnun olmayan yeni bir seçkinler sınıfı da oluşturdu. Özellikle de askeri alanda gerçekleştirilen reformlar ve II. Abdulhamid’in uygulamaya koyduğu parasız eğitim, mütevazi ailelerden gelen yeni bir orta sınıfın oluşmasına olanak sağladı. Bu durum güç dengeleri arasındaki çelişkilerin büyümesine ve iktidar mücadelesinin daha da sertleşmesine neden oldu. Diğer yandan İmparatorluğun askeri ve teokratik yapısı, yenilenme ve reform hareketlerinin gerçekleşmesini zorlaştıran dini ve toplumsal etkenlerin yanısıra, Sanayi Devrimi ile birlikte batıda oluşmaya başlayan ve imparatorluk topraklarına nüfuz eden yeni dünyanın kendine özgü sorunları, işleri daha da karmaşıklaştırıyordu. Ayrıca Avrupalı devletlerin Müslüman olmayan tebaanın sosyal ve siyasal haklarının genişletilmesi bahanesiyle sürekli devletin iç işlerine müdahale etmesi, aynı zamanda reform ve yeniliklere karşı toplumdaki şüphe ve tepkilerin büyümesine neden oluyor ve yöneticilerin işlerini daha da zorlaştırıyordu. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu batılılaşmayı ve reformları savunanlarla, buna karşı olan kesimler arasındaki iktidar mücadelelerinin yol açtığı ciddi siyasi sorunlar ve iç isyanlarla uğraşmak durumunda kaldı.
Bu arada başlangıçta Osmanlıcılığı savunan İttihat ve Terakki, kısa sürede milliyetçi fikirlere kapılmış ve1909’da bir darbe yaparak birlikte hareket ettiği farklı dini ve etnik kökenlerden siyasi aktörleri de dışlayarak siyaseti kendi tahakkümü altında monopolize etmişti. Böylece İttihat ve Terakki ile muhalefet arasında bir kan davası başladı.
Fransız Devrimi’nden etkilenen Jakoben eğilimli “İttihat ve Terakki” için toplumun ilerlemesini sağlamanın yolu ittihatçı partizanların savunduğu birlikçilikten geçiyordu. Kendilerini ilerlemenin katalizörü olarak gören İttihatçılar, her türlü muhalefeti statusquonun partizanları olarak görüyor ve onları bastırmak için ellerinden geleni yapıyordu. Balkan Savaşlarından sonra milliyetçilik o kadar gelişmişti ki sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak “amiyane tabirle” artık İttihat ve Terakkicileri kesmiyordu. İttihat ve Terakki milliyetçiliği dünyadaki bütün Türkleri tek bir devlet altında birleştirmeyi hedefleyecek kadar ütopik hayallere kapılmıştı. İktidarını Sultan’ın yetkilerinin kısıtlanmasının yanısıra, devletin merkezileşmesi ve sekülerleşmesi yönünde kullanan İttihat ve Terakki, istibdat politikaları uyguladı.
Osmanlı toplumunda modernleşme, toplumun iç dinamiklerinin yarattığı bir toplumsal değişim süreci olarak ortaya çıkmadı. Modernleşme daha ziyade Batı’nın meydan okumalarına karşı devletin kendi gücünü takviye etmesi gibi pragmatist nedenlerden türedi. Bu sürecin yegâne yönlendiricisi ise büyük çoğunluğu ordu ve bürokrasi içinden çıkan seçkinler ve devlet oldu. Disiplinli bir hiyerarşi içinde toplumun en güçlü kesiminin ordu olması, sürekli gücü takip eden Ortadoğu toplumlarında ordunun peşinden kitleleri sürükleyen bir kurtuluş umudu ve çekim merkezi olarak kalmasına olanak sağladı. Bir yandan zaten güçlü bir orduya ve fetihlere dayalı bir devlet olarak şekillenen Osmanlının en güçlü kurumu orduydu. Devleti kurtarma harekâtı da bu yüzden daha güçlü bir orduya sahip olma anlayışına dayandırılarak, batılılaşma yönündeki reform ihtiyacı ordudan başlatılmıştı. Dolayısıyla Osmanlı’da batı tarzı eğitim, bilgi ve kültürle ilk tanışan kesim de askerler oldu. Böylece batı tarzı eğitim ve bilgiyle haşir neşir olan askerler, kendilerinin benimsemediği ve kötü durumda olmanın müsebbibi olarak gördükleri dine dayalı kurallara karşı bir anlayışla, aynı zamanda toplumun nasıl yönetilmesi gerektiğine de vakıf olarak, toplum için neyin iyi olduğunu belirleyerek reformlara öncülük etti. Ancak reformlar modernistler ve muhafazakârlar arasında yüzyıllarca süren bir mücadele alanı olarak günümüze kadar devam etti. Osmanlı’da batılılaşmaya karşı olanlar, devletin mevcut askeri ve dini yapısını muhafaza etmesini istiyorlardı. Onlara göre Osmanlı’nın geri kalmasının esas nedeni dinden uzaklaşma ve batı taklitçiliğiydi. Batılılaşma ve modernleşme yanlısı olanlar ise Osmanlının gerilemesinin nedenini dine bağlıyorlardı. Onlara göre Batılılaşmak suretiyle Osmanlı kurtarılabilir hatta yeniden eski gücüne bile kavuşturulabilirdi. Böylece bu iki kutup arasındaki çekişme ve iktidar mücadeleleri sürekli bu görüşleri savunan çevreler tarafından bir nevi varlık yokluk nedeni ve intikam aracı olarak görüldü ve iktidarı ele geçirmek için kullanıldı. Bu durum aynı zamanda darbelere zemin oluşturan en önemli enstrümanlardan biri haline gelerek günümüze kadar devam etti.
Sonuç olarak
Osmanlı İmparatorluğu’nda ordunun yönetime etkisi yaygın olarak bilindiği gibi Tanzimatla değil daha devletin kuruluş yıllarında başladı. Askerlerin daha kuruluş yıllarından itibaren belirleyici bir role sahip olması zamanla siyaseti ve idareyi belirleme veya etkilemesine de olanak sağladı. Askerin siyasetle ilişkisini düzenleyecek mekanizmaların oluşturulmaması zamanla askerin siyasete müdahalesinin bir kültür haline gelmesine neden oldu. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla askerin önemli oranda siyaset dışına kaydırıldığı düşünülürken tam tersi bir süreç gelişti. Reformlar ve modernleşme girişimlerinin ilk olarak orduda başlamasından dolayı, modern kültür ve eğitimle ilk buluşan kesim de yine askerler oldu. Böylece modern anlamda bilgiye ve eğitime sahip olan askerler, siyasal alanda kendilerine özgü disiplin, itaat ve şiddete dayalı hiyerarşik bir militarist kültür oluşturarak,devletin en iyi örgütlenmiş, en güçlü kurumu olarak yönetimi ele geçirdiler.
Toplumun geleceği hakkında doğru kararlar veremeyecek kadar cahil olduğu, dolayısıyla kendileri tarafından yönetilmesi gerektiği fikri ile hareket eden askerler, ancak kendilerinin oluşturduğu elit kesimin toplum için iyi ve güzel olan hakkında karar verebileceği düşüncesiyle devleti yönetti. Toplumu istedikleri gibi şekillendirebilecekleri bir mühendislik alanı olarak gören askerler yönetime ve topluma istedikleri gibi müdahalelerde bulundular. Böylece askerler, bir kere siyasete bulaştıktan sonra bu işlerle uğraşmayı alışkanlık haline getirdi ve bu alışkanlıklarını ihtiyaç duydukça tekrarladılar. Bazen bizzat kendileri doğrudan toplumu yönetirken, bazen kukla yönetimler yoluyla bunu dolaylı olarak yapmaya çalıştılar. Onların çizgilerini aşan durumlar ortaya çıktığında ise darbelerle yönetime müdahale edip “çeki düzen” verdiler. Siyasete darbe kültürünün bulaşması ve muhalefet kültürünün gelişmesine imkân vermemesinin aynı zamanda aydınlar tarafından da kabul edilmesi,zamanla bunun kristalleşerek yüzyıllarca devam etmesine olanak sağladı. Ordunun kontrolünü düzenleyen bir mekanizmanın geliştirilmemesi bu etkinin İmparatorluğun sonuna kadar devam etmesine neden oldu. Devletin belli başlı önemli kurumlarını ellerine geçiren askerlerin oluşturdukları kendilerine özgü siyasi kültür ve siyaset üzerindeki tahakkümü bir yandan muhalefet ve uzlaşma kültürü ile demokratik kurumların gelişmesi önünde engel olurken aynı zamanda İmparatorluğun sonunu getirdi.