2. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye
2. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye
- TARİH
- Wed, 22 Nov 2023 23:28:02
- Wed, 22 Nov 2023 23:28:02
Mihver ve Müttefik Devletler II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi, coğrafi konumundan dolayı kendi yanlarında savaşa sokmak istediler. Yoğun baskılarla karşılaşan Türkiye, savaş dışı kalmak, toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak amacıyla belirlediği dış politikasından taviz vermedi. Türkiye, Mihver ve Müttefik Devletler arasındaki güç çatışmalarını kullanarak bir denge politikası uyguladı ve II. Dünya Savaşı sonuna kadar savaş dışında kaldı.
Hüsrev Gerede anlatıyor:
Konuyla yakın ilgisi sebebi ile sabık başbakan ve Hamidiye kahramanı aziz dostum Sayın Rauf Orbay’ın savaş yıllarında Londra sefirliği sırasında değerli sohbetlerinde anlattığı hikâyeyi nakletmeden geçemeyeceğim:
Aralarında samimi bir dostluk kurulmuş olan Churchill, Rauf Bey’e yüklerini hafifletmek için Türkiye’nin de savaşa girmesi gerektiğini ikide bir ileri sürüyormuş. Rauf Bey yine böyle bir teklifle karşılaşınca Churchill’e Hazreti Hızır’ı tanıyıp tanımadığını sormuş “Bilmiyorum.” diyen Churchill’e, Hazreti Hızır’ın onların Saint ( Aziz ) George’u olduğunu bildirdikten sonra şu hikâyeyi anlatmış:
İki arkadaş bir uçurumun kenarından geçerken birinin ayağı kaymış ve aşağıya düşmüş. Fakat bir ağaç köküne takılarak uçurumun dibine yuvarlanmaktan geçici olarak kurtulmuş. Arkadaşını yardıma çağırmış. Uçurumun o bölgesine yetişmesi imkânsız olan arkadaşı, “Hazreti Hızır’ı çağır.” diye seslenmiş. O da: “Çağırıyorum fakat gelinceye kadar beni burada bulamayacak.” demiş.
Rauf Bey, hikâyeden sonra Churchill’in uzun bir süre bu çeşit tekliflerde bulunmadığını anlatmıştı.R. Hüsrev GEREDE ( Berlin Büyükelçisi ), Harb İçinde Almanya, s. 43
1. II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası
Nisan 1939’da İtalya, Arnavutluk’u işgal etti. Bu durum Türkiye, İngiltere, Fransa’yı birbirine yaklaştırdı ve karşılıklı yardımlaşma antlaşmaları için görüşmeler başladı. Bu dönemde Türkiye’nin askerî araç gereç yönünden yetersiz olması ve SSCB’ye karşı savaşa girme ihtimali büyük miktarda askerî ve mali yardım istemesine bu da görüşmelerin yavaşlamasına neden oldu. 23 Ağustos 1939’da Almanya ve SSCB’nin imzaladıkları dostluk ve saldırmazlık paktıyla Doğu Avrupa’yı aralarında paylaşmaları Türkiye’nin dış politikası ile ilgili hassas dengeleri bozdu. Bir yanda İngiltere ve Fransa diğer yanda SSCB’nin bulunması izleyeceği politikada bir yol ayrımına gelen Türkiye’yi zor durumda bıraktı. İlk önce her iki tarafla da iyi ilişkilerini sürdürmek istedi. SSCB’nin daveti üzerine 25 Eylülde Moskova’ya giden Türk Dışişleri Bakanı, İngiltere ve Fransa ile imzalanacak antlaşmaya bu ülkenin de katılımını sağlamaya çalıştı. Buna karşılık SSCB ise Boğazlar geçiş statüsünün kendi lehine değiştirilmesini ve Boğazlar üzerinde Türkiye ile birlikte söz ve kontrol hakkı ve Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile yakınlaşmasını engellemek istemiştir. Görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkmaması üzerine Türkiye, 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile “Karşılıklı Yardım Antlaşması”nı imzaladı. Antlaşma Avrupalı bir devletin Akdeniz’de savaşa yol açan bir saldırısı hâlinde Türkiye’nin, her iki devletle “etkin bir iş birliği” şartını getiriyordu. Bu antlaşmanın Türkiye’ye getirdiği sorumluluklar, İngiltere ve Fransa’nın öncelikle taahhüt ettiği ayni ve maddi yardımların yapılmasına bağlandı. Ayrıca antlaşmaya eklenen ayrı bir protokolde Türkiye, kendisini SSCB ile savaşa girmek zorunda bırakacak herhangi bir yükümlülükten muaf tutuldu.
İtalya’nın 10 Haziran 1940’ta İngiltere ve Fransa’ya savaş ilan etmesiyle antlaşmada öngörülen durum açıkça ortaya çıktı. Ancak SSCB - Alman yakınlığı devam ederken Türkiye’nin Müttefikler yanında savaşa doğrudan katılması SSCB’nin tepkisine yol açabilirdi. Bu yüzden Türkiye, kendisine vaat edilen silah ve malzemenin verilmeyişini ve ek protokolü gerekçe göstererek teklife olumlu cevap vermedi.
1940 yılı sonlarına doğru Balkanlarda kendisini hissettirmeye başlayan Alman - Sovyet rekabeti, Eylül ayından itibaren Türk - SSCB ilişkilerinde kısmen bir iyileşme sağladı. Bu durumu değerlendiren Türkiye, bölgedeki dengeleri koruma amacına yönelik bir birlik oluşturmak için çaba sarf ettiyse de istenilen sonuç elde edilemedi.
İngiltere, 1941 yılı başlarında Hitler’in Balkan Harekâtı’na başlamasıyla Almanların Türkiye üzerinden Orta Doğu petrollerine ulaşmasından endişelendi. Bunun üzerine İngiltere, Türkiye’nin kendi yanında savaşa katılması durumunda her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu belirtti. Yunanistan’ın Almanlarca işgali ve Bulgaristan’ın Mihver Devletler safında savaşa girmesi, tehlikeyi Türkiye sınırına kadar dayandırdı. Bu gelişmelerden sonra Almanya, Türkiye ile İngiltere’nin yakınlaşmasını önlemeye çalıştı. 18 Haziran 1941’de Almanya ile Türkiye arasında bir saldırmazlık paktı imzalandı. 22 Haziranda Alman ordularının SSCB üzerine saldırıya geçmesiyle Türkiye üzerindeki baskı azaldı.
1941 yılı sonlarında Almanların Orta Doğu ve Kafkasya bölgesine yönelik harekâta girişmesi, ABD’nin savaşa girmesi ve SSCB’nin Almanya ile savaş içinde bulunması Müttefik devletlerin Türkiye’nin kendi yanlarında savaşa girmesi konusundaki taleplerini daha da arttırdı.
Almanların Kasım 1942’de Stalingard yenilgisinden sonra Müttefiklerin Türkiye üzerindeki beklentilerinin artmasıyla İngiltere ve Türkiye 30 Ocak 1943’te Adana Konferansı’nda bir araya geldi. Yapılan görüşmelerde, Türkiye’nin savaşa katılmak için hazırlıksız olduğu ve özellikle SSCB’nin savaştan galip çıkması hâlinde duyduğu ciddi endişeler dile getirildi. İngiltere konferans sonunda Türkiye’nin askerî ihtiyaçlarının tespit edilerek Müttefik devletlerce yapılacak yardımın arttırılabileceğini bildirdi. Böylece Türkiye Müttefiklere yakınlaşmakla beraber savaş dışında kalmayı başardı. Aynı yılın sonlarına doğru Moskova’da, bir araya gelen Müttefik güçler, SSCB’nin ısrarı ile Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda ikna edilmesini kararlaştırdı. Bunun üzerine İngiltere ve Türkiye dışişleri bakanları 5 - 6 Kasım tarihlerinde Kahire’de bir araya geldi. Türkiye Müttefiklerin savaşa girmesi konusundaki teklifleri reddederek savaş dışı kalmayı sürdürdü.
1943 başlarında İngiltere’nin Türkiye’yi savaşa dâhil etme konusunda ısrarcı olmasının iki sebebi vardı. Birincisi Almanya’yı etkisiz hâle getirmek için Avrupa içlerine girmek zorunda olması, ikincisi ise savaş sonunda stratejik bir öneme sahip olan Balkanlarda oluşabilecek bir boşluğun SSCB tarafından doldurulmasından endişe duymasıydı. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgede açacağı bir cephenin bu sebepleri ortadan kaldıracağını düşünmesiydi.
Müttefiklerin isteği üzerine Türkiye’yi savaşa katılma konusunda ikna etmek isteyen Roosevelt ve Churchill, İnönü’yü Kahire’ye davet etti. Böylelikle, 4 - 6 Aralıkta gerçekleşen Kahire görüşmelerinde İnönü Türkiye’nin ihtiyacı olan silah ve malzemenin sağlanması şartıyla savaşa katılmayı ilke olarak kabul etti. Ancak 1944 yılı başlarında Türk ve İngiliz askerî yetkililerinin Türkiye’nin ihtiyaçlarının tespiti konusundaki çalışmaları sonuca ulaşamamıştır. Bu durum Müttefiklerin Türkiye’ye yaptıkları yardımı kesintiye uğratırken taraflar arasındaki ilişkileri durma noktasına getirdi. 1944 yılı içerisinde Türkiye, Müttefiklerle olan ilişkilerini yeniden canlandırmaya gayret etti. Bu amaçla askerî nitelikli Alman gemilerin Boğazlardan geçmesini engelledi ve Almanya’ya yaptığı ihracatı durdurdu. Türkiye 23 Şubat 1945’te savaş sonrası düzenin oluşturulacağı San Francisco Konferansı’na katılabilmek ve Yalta Konferansı kararları uyarınca Birleşmiş Milletler Teşkilatının asil üyeleri arasında yer alabilmek için Almanya’ya savaş açtı. Ancak savaş ilanı yalnızca simgesel bir hareket olarak kaldı.
2. II. Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye Etkileri
Türkiye II. Dünya Savaşı’na fiilen katılmamasına rağmen, savaşın getirdiği ağır ekonomik şartları tümüyle yaşadı. Savaş ihtimaline karşılık ülke gelirinin önemli bir kısmı savunma alanına ayrıldı. Hedeflenen ekonomik planlar ve sanayi yatırım programları ertelenmek zorunda kaldı. Seferberlik dolayısıyla tarım ve sanayi sektöründe iş gücünün azalması üretimin büyük ölçüde gerilemesine sebep oldu. 1929 Ekonomik Buhranı sonucunda büyük ölçüde daralmış olan ithalat, daha savaşın ilk yıllarında yarı yarıya düştü. Müttefik ülkelerin Türkiye’nin Almanya ile olan ticari faaliyetlerini durdurma yönündeki telkinleri ekonomik gelişme sürecini de durdurdu.
Savaş yıllarında Türkiye’de izlenen ekonomik politika, büyümeyi ve gelişmeyi hızlandırmak hedefinden ziyade mal darlığını hafifletmek, fiyat artışlarını frenlemek, karaborsa ile mücadele etmek ve sosyal adaleti sağlamak gibi hedeflere yönelmişti. Çünkü savaşın başladığı ilk günlerde hemen hemen her eşyaya önemli ölçüde talebin olması, gereksiz yere fazla mal alınarak stoklanmasına yol açtı. Bu malların yüksek kâr elde edilerek satılması mevcut hükûmetleri bazı kararlar almak zorunda bıraktı. Yersiz fiyat yükselmelerine engel olmak amacıyla fiyatları yükseltilen maddelere “narh koyma” bu kararlardan bir tanesiydi. 18 Ocak 1940’ta çıkan ve 1942’de değişikliğe uğrayan “Millî Korunma Kanunu” alınan tedbirlerin dayanak noktası oldu. Millî Korunma Kanunu, hükûmete ekonomik hayatı düzenleyici çok geniş imkânlar sağlamaktaydı. Bu kanun ile üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri tümüyle devlet kontrolü altına alındı. Devlet, gerektiğinde üretimi aksatan işletmelere el koyabilme yetkisine sahipti. Dış ticaretin düzenlenmesi ve kontrolü gibi müdahaleler de devlet eline bırakıldı. Ayrıca hükûmet, halkın ve millî savunmanın ihtiyaç duyduğu maddelerin değer fiyatının ödenmesi karşılığında almaya ve amacına göre ihtiyacı olan kurumlara kârsız vermeye yetkiliydi. Millî Korunma Kanunu’nun 6. maddesine dayanarak Petrol Ofisi, Et ve Balık Kurumu gibi bazı kurumlar oluşturuldu.
1942’de büyük kentlerde karne uygulamasına geçildi. Ticaret Ofisi ve Iaşe Müsteşarlığı gibi yeni kurumlar oluşturuldu. Bu kurumlar, temel tüketim mallarının karne ile dağıtım kontrolünün yanı sıra iç ve dış ticarette fiyatları tespit etme gibi görevleri de üstlendi. Sıkı fiyat kontrolü birçok malın piyasadan çekilmesine sebep oldu. Her ülkede savaş zamanlarında az çok görülen karaborsa ve fiyat artışları kent nüfusunu etkiledi.
Temmuz 1942’de yeni kurulan hükûmet, malların stoklanarak piyasadan çekilmesini engellemek amacıyla piyasa üzerindeki fiyat denetim ve düzenlemelerini azalttı. Iaşe Müsteşarlığının kaldırılması ile gıda maddelerinde fiyat denetimleri de hafifletildi. Bu politika değişikliği istenilen amaca ulaşamadı. Karaborsa ve haksız kazanç daha da arttı. Savaş döneminin en yüksek enflasyonu bu dönemde yaşandı. Bu yıllarda Türkiye’nin savaşa girme ihtimalinin artması üzerine savunma giderlerine ayrılan pay yeterli görülmedi. Aşırı ve vergilendirilemeyen kazançlar ile yüksek enflasyon da dikkate alınarak Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi olmak üzere iki olağanüstü vergi uygulaması getirildi.
Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942’de kabul edildi. Verginin amacı savaşı fırsata dönüştüren işletmelerin haksız kazançlarının önüne geçmekti. Fakat varlık vergisi uygulamada sermaye sahibi bazı gayrimüslim yurttaşların aleyhine bir takım sonuçlar doğurdu. Yurt içinde ve yurt dışında tartışmalara yol açan vergi uygulaması 15 Mart 1944’te kaldırıldı. Varlık vergisi alınmayan çiftçilerden de 1944’te ayni olarak alınan Toprak Mahsulleri Vergisi 1946’da kaldırıldı. Devletin aldığı önlemler neticesinde 1944 ve 1945 yıllarında fiat artışında gerileme, gayrisafi millî hasıla oranında da artış gözlendi.
Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar sonucunda 1940 ve 1945 yıllarında nüfus artışında azalma görüldü. 2. “Beş Yıllık Sanayi Planı” uygulanamadı. Savaş bittiğinde Türkiye ekonomisi 1934’te bulunduğu gelişme düzeyinin altına düştü.
Bu dönemde 1942 yılı hariç millî gelirde sanayi ve tarımsal üretim sürekli olarak düşüş gösterdi. Yıllık sanayi üretimi 1940 - 45 döneminde ortalama % 5,6, tarımsal gelir % 7,2, millî gelir ise % 6,3 geriledi. Devlet sanayisindeki daralma, özel sanayiye göre daha az olmuştur.
Savaşın uzun süreli etkileri bakımından en ağır sonucu, sermaye birikiminde oluşan gerileme oldu. Millî kaynakların büyük ölçüde savunmaya ayrılması ve yatırımların yapılamaması bunda etkili oldu.
Bu dönemde savaş şartlarına rağmen devlet harcamalarının bir kısmı eğitim ve kültüre ayrıldı. Örneğin 1939 - 1945 döneminde eğitime ayrılan yatırımlar cumhuriyetin ilanından savaşın çıktığı yıla kadar yapılmış olan toplam yatırımdan daha fazla oldu. Bir yandan ilkokul yapımına hız verilirken diğer taraftan 1940’ta çıkarılan bir kanunla köylülerin kendi yörelerinde ve pratik bilgilerle eğitilmesini öngören Köy Enstitüleri kuruldu. Böylece mesleki ve teknik okul sayısı savaş boyunca üç katına, bu okullardaki öğrenci sayısı ise aynı dönemde dört katından fazlaya çıktı. Basın yayın organlarıyla beraber okur - yazar oranının artması dünyadaki siyasi, edebî ve sanatsal gelişmeler yakından izlenmeye başlandı.
II. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri Türk edebiyatına da yansıdı.Türk yazar ve şairleri daha çok sosyal gerçekçilik akımının etkisinde kalarak ülkenin içinde bulunduğu sosyal değişim ve gelişmeyi bütün yönleriyle eserlerinde işlediler. Şiirde serbest nazımı savunan Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat Horozcu, Melih Cevdet Anday’ın öncülüğünü yaptığı “Garip Akımı” bu dönemde ortaya çıktı. Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behçet Necatigil ve Sait Faik Abasıyanık bu dönemin önemli şair ve yazarlarındandır.
Savaş yıllarında insanların siyasi gelişmeleri takip etme isteğinden dolayı, radyo sevilip yaygınlaştı. Ankara Radyosunun yanı sıra, Istanbul Radyosu deneme yayınlarından sonra 1943’te sürekli yayına geçti. Bu dönemde halk müziği derleme çalışmalarının dinleyenlere sunulduğu “Yurttan Sesler” programları yapıldı. Münir Nurettin, Hafız Burhan başta olmak üzere pek çok Türk sanat müziği sanatçısı plaklarında türkülere yer verdi. 1940’ta İstanbul Konservatuarının “kuramsal bir eğitim vermek” üzere açılması da Türk musikisi açısından önemli bir gelişme oldu. Sanat müziği ile ilgilenenler geniş kitlelere ulaşmak için halk müziğinden yararlandı. Sadettin Kaynak başta olmak üzere bazı bestekârlar ise halk türküsü tarzında şarkılar bestelediler. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri gibi dönemin önemli sanatçıları radyo programları ve taş plaklarla kendilerini halka tanıttılar.