AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYİ HAZRETLERİ’NİN HAYATI

AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYİ HAZRETLERİ’NİN HAYATI

Cihan Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ (1541-1628)

Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir.

   Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin birinde:

Ceddim ü pîrim sultan
Sen’sin yâ Rasûlâllâh

diyerek kendisi de ifâde eder.

Koçhisar’da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir.

   O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişah devrini idrâk etmiş bir gönül sultânıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.

    İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduğu kıymetli irşad, hizmet ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî şahsiyettir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak tebârüz etmiştir.

    Osmanlı’nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanların âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını âdeta hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, gönüllerin huzur ve saâdete kavuştuğu bir mekân olmuştur.

    Gerçekten onun devri, saâdetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizâmın sarsılıp bozulmasının, 2. Genç Osman’ı fecî bir sûrette katletme derecesine ulaştığı ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı Hâfız Ahmed Paşa’nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta bile bulaşmış olduğu düşünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır.

    İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk’ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların sığındıkları yegâne yer, onun dergâh-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi zevât, başları her dara düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâh-ı şerîfi, kimsenin zarar ve ziyânının erişemeyeceği, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve ihtirâma nâil değildi.

    Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin böyle bir makâmı hâiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesnâ liyâkati elde edişinin nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zira onu bu kemâle ulaştıran metod, mâneviyat yolunda yürüyenlere müstesnâ bir numûne-i imtisâldir.

***

    Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu.

Onun kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da işte bu zamana rastlar. Şöyle ki:

    Her türlü ilmî liyâkat ve makamına rağmen Hüdâyî Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi:

    “–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..”

    Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevâben:

    “–Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim…” dedi.

   Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı:
“–Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
Adamcağız da anlatmaya başladı:

    “–Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.

    Böyle bir hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.

    Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:

    “–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.

    Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kaldı.

    Fakat, yüreğine muammâlı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irâde çağlayanı, sarhoş bir hâlde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:

“–Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretleri’ndendir.” dedi.

    Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi.

    Meşhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, gelişen ahvâlden mânen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi:

    “–Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü.

    Bir yandan şeyhin mânevî câzibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerâmetler karşısında hayret vâdilerinde dolaşan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrâk etmişti. Kararı kesindi. Zira nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:

    “–Efendim! İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!” dedi.

    Bunun üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzata girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin cân u gönülden teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dâhil eyledi.[1]

   Sonra da Kadı Mahmûd’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için, yani kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizliği vazifesini de ona verdi.

    Üftâde Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyet ve hâlisiyet içinde gelen Kadı Mahmûd Efendi, üstâdının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin tâlimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlînin:

    “–Bizim kadı efendi, delirmiş gâlibâ!”

    “–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!..” şeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstâdının verdiği vazifeleri şevkle îfâya çalıştı.

    Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu.

Nefsindeki son varlık ve benlik emâresini bertaraf etmesi ise, pek meşhurdur:

Bir gün Kadı Mahmûd, helâ temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nidâ duydu:

“–Ey âhâli! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..”

Gönlünün zayıf bir ânını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:

    “–Demek yerime yeni bir kadı geliyor!. Âh bîçâre Mahmûd, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!” dedi.

    Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dâir söz vermişti. Derhâl tevbe ve istiğfâr ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde mukàbele etti:

    “–Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..”

    Ancak Kadı Mahmûd, bu hâle o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd’a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edâyla, hitâb etti:

    “–Evlâdım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübârek bir Sünnet-i Seniyye’dir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu.

Sonra şöyle buyurdu:

    “–Evlâdım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gâyesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..”

    Kadı Mahmûd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemâl-i edeple îfâya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.

    Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çâresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle:

“–Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi.

Buna pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:

“–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.

Üftâde Hazretleri de:

“–Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” cevabını verdi.

    Zira Hüdâyî Hazretleri, girdiği sıkı riyâzatla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nâil olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arz etti. Hazret-i Üftâde ise:

   “–Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzat sâyesinde rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında aynı hâl içinde idik.” buyurdular.

***

    Bir gün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.

Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

“–Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”

Kadı Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:

    “–Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”

Bu güzel ve mânâ dolu cevâba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:

    “–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..” ifâdeleri döküldü.

    Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti.

    Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu.

***

    Yalnızca üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baş talebesi durumuna gelmiş bulunan Hüdâyî Hazretleri’nin bu yükselişi dolayısıyla eski dervişândan bâzılarında hoşnudsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashîh için şu güzel usûle başvurdu:

   Bir kış akşamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine mâneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek mânidar bir şekilde:

“–Evlâtlarım! Acabâ asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi.

Bütün dervişler, bu suâle şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hattâ bir kısmı:

«Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!» diye düşündü.

    Ancak üstâdına büyük bir teslîmiyetle bağlı olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu talepte bir hikmet olduğunu düşünerek edeple:

“–Hocam! Müsâadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi.

    Verilen izin üzerine de hemen bağa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı. Bunun, üstâdının bir kerâmeti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve doğruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meşgul bir vaziyette gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle fark edemediği bir kuyunun içine düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir hâlde idi ki, yukarıdan bir ses duydu:

“–Evlâdım! Uzat elini!”

    Baktı; nur yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdâyî, kendisini kurtaran bu zâta, henüz kim olduğunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan kayboldu.

    Nihâyet elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâyî Hazretleri, başından geçenleri üstâdına nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır -aleyhisselâm- olduğunu beyândan sonra diğer dervişlere:

“–Evlâdımız Hüdâyî’nin kemâli tamam olmuştur. O hilâfeti çoktan hak etmişti zaten.” dediler.

    Bundan sonra Üftâde Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdâyî Hazretleri, bilâhare mânevî bir işaretle Bursa’ya döndü. Son demlerini yaşayan üstâdı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül iştiyâkı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gâyet memnun kalan Hazret-i Üftâde bir gün:

“–Oğlum! Pâdişahlar rikâbında yürüsün!” diye duâda bulundu.[2]

    Hüdâyî Hazretleri, üstâdı’nın vefâtından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a yerleşti.

    Onun Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitâb eden mâneviyat ve irfan mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle 3. Murad Han, 1. Ahmed Han, 2. Genç Osman Han ve 4. Murad Han, Hüdâyî Hazretleri’nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan 4. Murad Hân’ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i saâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır.

***

    Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu pâdişah, başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniş sınırlarına ve ihtişâmına, gerekse yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaşanıyordu. İşte bunu fark eden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cür’et dahî edemeyeceği bir vazifeyi, yani sultânı irşad vazifesini zarûreten üstlendi. 3. Murad Hân’a, onu Hak ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mâhiyetlerine göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûbu hâiz olması, Hazret-i Hüdâyî’nin bu irşad vazifesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire mâlik olduğunu göstermesi bakımından câlib-i dikkattir. Zira celâdeti sebebiyle 3. Murad’a bu îkazların, yüksek seviyede bir mânevî tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara âit mektuplardan bâzı bölümler şöyledir:

    “Sultânım! Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla îtidâl ve istikâmet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının şartlarını, yani şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!..”

    “Saâdetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allah ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikàmesidir. Bid’atlerin atılıp Sünnet’lerin icrâsıdır.”

    “Sultânım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”

    “Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”

    “Sultânım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irşâd eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a sığınırız.”

    Bu şekilde kıymetli nasihat ve irşadlarıyla başta sultan olmak üzere bütün devlet ricâli arasında tesir ve nüfûzu artan Hüdâyî Hazretleri, Ferhad Paşa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya mânevî kumandanlık yapmıştır.

***

    Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed ile münâsebet halkasının ilkini teşkil eden rüyâ tâbiri hâdisesi pek meşhurdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâyî Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan 1. Ahmed Han, Hazret-i Pîr’in ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleşmiştir.

    Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın rüyâ tâbiri ilminden son derece nasibdar olan Hüdâyî -kuddise sirruh-’un, bu yönüyle cihan sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduğu tâbirlerdeki isâbeti, onun bu husustaki liyâkat ve salâhiyetinin bir nişânesidir.

    Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdâyî Hazretleri kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında:

   “–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi.

İfâdelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de şu mânidar cevabı verdi:

“–Sultânım! Hazret-i Hüdâyî bir ankàdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”

Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da:

“–Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.

Hüdâyî Hazretleri de mütebessim bir çehre ile:

“–Sultânım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.[3]

    Bu menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tâzimlerini, husûsiyle Hüdâyî Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zira mânevî münâsebetlerde irşad vazifesi dolayısıyla, pâdişahla yakınlık kuran Hüdâyî Hazretleri, maddî münâsebetlerde ise son derece müstağnî idi. Zira dünyaya meyl ü muhabbeti artırıp mâneviyâtı zedeleyebilecek bir tehlike arz eden maddî ikramlar, onun asıl vazifesi olan irşad faâliyetine mânî olabilirdi. Ancak bâzı durumlarda pâdişah ihsânının reddedilmemesinin de bir ikrâm olduğu an’anesine riâyet etmişse de, aldıklarını dergâh inşâsında, mürîdâna hizmette ve kurduğu vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bâzı hâllerde de kendisine takdîm edilen hediyeleri geri göndermiştir.

***

   1. Ahmed Han’dan sonra 2. Genç Osman ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdişâhı da istikâmetlendirmek husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişâta dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdişahtı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar pâdişahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye şeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil göndermek sûretiyle bu farîzayı îfâ etmişlerdi.

    Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip kadîm an’aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu îkâz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkazlarına rağmen teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultân’ın Hicaz’a gitmesinden maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği şeklinde anlaşıldı. Sultân’ın bu hamlesini akàmete uğratmak isteyen zorbabaşılar, derhâl hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte “hâile”, yani dram diye anılagelen mâlum çirkin cinâyeti işlediler.

   Bu hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir şekilde sergilemiştir.

    Devlet ricâlinden diğer bâzıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir tehlikeden muhâfaza edebilmişlerdir. Zira Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek devlet, gerekse ehl-i şekàvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü tâbirle dergâhın âdeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr’in delâletiyle -Halil Paşa gibi- iâde-i îtibâra mazhar olurlardı.

***

    2.Genç Osman’ın şehâdeti üzerine tahta geçen 4. Murad Han, henüz on dört yaşında idi. Eyüp’te yapılan kılıç kuşanma merâsimine evvelce beyân ettiğimiz üzere devrin en mûteber şeyhi sıfatıyla Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-duâ ile yeni sultâna kılıç kuşandırdı.

   4. Murad Han, tahta geçtiğinde çok küçük yaşlarda olduğundan ipler vâlidesinin ve birtakım devlet ricâlinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan 4. Murad Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına giderek gönlünü mânen takviye eder, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyâretleri samimî bir dervişin edep ölçüleri içinde gerçekleştiren 4. Murad Han, bir gün yanına lalasını da almıştı. Dergâhın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içeriden bir dervişin:

“–Kimdir?” suâline lala, alışkın olduğu üzere derhâl:

“–Yedi iklîm pâdişâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murad Hân-ı Râbi‘ Efendimiz teşrîf eylediler. Hemen Şeyh Hazretlerine bildirile!..” deyiverdi.

Derviş de:

“–Bu kapı saltanat kapısı değil!” cevabını vererek kapıyı açmadı.

Lalasının hâline tebessüm eden 4. Murad Han:

“–Lala! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır.” dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçeriden gelen aynı suâle büyük bir edeple:

“–Şeyh Hazretleri’ne Murad kulunuz geldi deyiniz!” ifâdesiyle mukàbele etti.

Bunun üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.

    O sıralar hayli yaşlanmış bulunan Hüdâyî Hazretleri, her türlü liyâkatle kemâle erebilmesi için 4. Murad Hân’a müstesnâ bir alâka göstermekteydi.

    İşte bu alâka ve muhtelif irşadlarının bir bereketidir ki 4. Murad Han, gün geçtikçe madden ve mânen tekâmül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük dâvâları omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle ordudaki ve ahâlî arasındaki disiplini sağlayarak daha o gün yıkılma tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir bâdireden kurtardı.

***

    İşte Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbâbının gönül hissiyâtını besleyici birçok kerâmetleri de bulunmaktadır.

    Hüdâyî Hazretleri’nin pek meşhur olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, âdeta süt-liman olmuş ve dört bir yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.

    Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.

    Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.

Bir zamanlar halkın, İstanbul’da medfun olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!

***

Bir kimse Hüdâyî Hazretleri’nin kimyâ ilmine vâkıf olduğunu duyarak Hazret-i Pîr’e geldi ve:

“–Efendim! Sizin kimyâ ilmine vâkıf olduğunuzu duydum, ne buyurursunuz?” dedi.

    Hüdâyî Hazretleri, hiçbir şey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı ve üzerlerine üfledi. Allâh’ın izniyle yapraklar, birer altın varak hâline geldi.

    Hâdiseyi şaşkın bir şekilde seyreden zavallı adam da, aynı şeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Adamı mânidar bir şekilde seyreden Hüdâyî Hazretleri şöyle buyurdu:

“–Oğlum! Bilesin ki kimyâ ilmini öğrenmek, nefsini kimyâ etmekten ibarettir…”

***

    İstanbul’da çok şiddetli bir tâun hastalığı zuhûr etmişti. Her gün binlerce kişi bu hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir şey gelmeyen ahâlî, çaresiz bir hâlde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne koştu. Gözyaşlarıyla duâ taleb etti. O da şöyle buyurdu:

    “–Bu türlü işlere karışmak bizim meşrebimize uygun değildir. Ancak mâdem ki hastalığın şiddeti dolayısıyla ısrâr ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi ağacının altında bir hasıra sarılıp yatan ve «Hasır-pûş Dede» denilen bir zât vardır. Ona başvurun! Eğer kabul etmeyecek olursa, selâmımızı söyleyin!..”

    Bunun üzerine halk, doğruca denilen şahsa gitti. Fakat meczup meşrepli bu zât, halkın merâmını dinleyince büyük bir öfke ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr’in selâmını ilettiler. Selâmı alır almaz ayağa fırlayan meczup Hasır-pûş Dede, hemen kendisinden istenilen duâya başladı. Duâdan sonra da:

“–Bugün bir kimsenin daha cenâzesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!” dedi.

   Ardından Hüdâyî Hazretleri’nin başka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına büründü.

Gerçekten o gün tâundan bir kişi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan kalktı.

***

    Hüdâyî Hazretleri’nin ilmî hüviyeti sâyesinde ulemâdan da birçok mürîdi vardı. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, oğlu Es’ad Efendi gibi zâtlar, onun irşad halkasına katılanlardandı. Tasavvuf, tefsir, fıkıh gibi muhtelif alanlarda otuza yakın eser vermiştir. Kadılık ve müderrislik vazifelerini bırakmışsa da, bu onun bir nevî vazife değişikliği sebebiyledir. Yoksa dîn-i mübîn yolunda ne ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfâna meyletmemek doğru değildir. Zira ilimsiz bir irfân ve irfânsız bir ilim, serâpâ ziyandır. Bunun için tasavvufa girdikten sonra:

İlâhî çün halâs ettin müderrislik kazâsından
Visâlin lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından

demekle birlikte bizzat şeyhinin emri muvâcehesinde vâizlik vazifesine devam etmiştir. Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de sürdürmüştür. Çünkü o, bunları değil, nefsini terk etmişti.

    Hüdâyî Hazretleri’nin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirâk edip de icâzet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.

Bu meyanda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle der:

    “Velîler arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında “rasûl” olanlar gibidir. Hazret-i Hüdâyî de, yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi hâiz olarak şeyhi Üftâde Hazretleri’ne bir ayna vazifesi görmüştür.”

***

    İrşad ve mânevî terbiyesini şiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu sahada da gönülleri tenvîr eden pek tesirli eserler vermiştir. Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiş şiiri vardır.

    Hüdâyî Hazretleri, bu şiirlerinden birinde gönülden mâsivânın çıkarılıp sırf Allah muhabbetinin yerleştirilmesi husûsunu şöyle ifâde eder:

Neyleyeyim dünyâyı
Bana Allâh’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı
Bana Allâh’ım gerek.

Ehl-i dünyâ dünyâda
Ehl-i ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdâda
Bana Allâh’ım gerek.

Dertli dermanın ister
Kullar sultânın ister
Âşık cânânın ister
Bana Allâh’ım gerek.

Bülbül güle karşı zâr
Pervâneyi yakmış nâr
Her kulun bir derdi var
Bana Allâh’ım gerek.

Beyhûde hevâyı ko
Hakk’ı bula-gör yâ hû
Hüdâyî’nin sözü bu
Bana Allâh’ım gerek.

    Hüdâyî Hazretleri, şiirlerinde Yûnus Emre Hazretleri’nin takip ettiği yoldan giderek gönülleri mâneviyat ile yoğurur. Kulları, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliği karşısında îkâz eder:

Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin?

Yürü hey bî-vefâ yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünyâ değil misin?

Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünyâ değil misin?

Eğer, şâh u eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin?

Kimisini nâlân edip
Kimisini giryân edip
Âhir-i kâr uryân edip
Soyan dünyâ değil misin?

İşin gücün dâim yalan
Çok kişiden arta kalan
Nice kerre boşaluben
Dolan dünyâ değil misin?

    Bu şekilde dünyanın hakîkatini insana hatırlatan Hüdâyî Hazretleri, insanın sahip olduğu yüce makâma, yani halîfetullâh olma sırrına dikkat çeker. Bu sırrı, insanın Hak katından bu varlık âlemine gelişi ve yine Hakk’a dönüşü hakîkati çerçevesinde şöyle anlatır:

Ezelden aşk ile biz yâne geldik!
Hakîkat, şem’ine pervâne geldik!

Tenezzül eyleyip vahdet ilinden,
Bu kesret âlemin seyrâne geldik!

Geçip fermân ile bunca avâlim
Gezerken âlem-i insâne geldik!

Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak,
Bıraktık katreyi ummâne geldik!

Nemiz ola Hudâyâ Sana lâyık
Hemân bir lûtf ile ihsâne geldik!

Umarız erelim bâkî hayâta,
Civâr-ı Hazret-i Rahmân’e geldik!

Geçip âhir bu kesret âleminden,
Hüdâyî halvet-i Sultân’e geldik!..

    Bütün evliyâullâh gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâsitânî muhabbetinde zirveleşen Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-, gönlündeki Rasûlullah aşkını şöyle dile getirir:

Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh
Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh

Nebî idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre
İmâmü’l-enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllâh

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın
Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh…

    Hüdâyî Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla Boğaz’ı geçerken şiddetli bir fırtına çıkmış, şu şiirle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir:

Allâhümme yâ Hâdî
Âsân eyle yolumuz!
Sehhil ubûra’l vâdî
Tiz geçir tut elimiz!

Yâ Rab fazl u cûd ile
Kemâl-i şuhûd ile
Hakkânî vücûd ile
Islâh eyle hâlimiz!

    Görüldüğü gibi hizmetini geniş bir sahaya yayıp muvaffakıyetle sürdürmüş olan Hüdâyî Hazretleri, yaşamış olduğu asra ve sonraki yüzyıllara silinmez bir mühür vurmuş olarak 1628 milâdî tarihinde ardında sayısız muhib, müntesib ile pek çok eser ve vakıf bırakarak bahtiyar bir şekilde rahmet-i Rahmân’a yürümüştür.

Rahmetullâhi aleyh!

***

    Onun yapmış olduğu hizmetler, devletin ve milletin selâmeti açısından pek mühim bir ehemmiyeti hâizdir. O, cihan pâdişahlarını dahî yönlendirebilmiş, böylece koca bir mülkün emîn ellerde temâdîsini temin etmişti. O dönemlerde yavaş yavaş başlayan tekke-medrese mücâdelesi dolayısıyla sarayda ve ilim erbâbı arasında bir hayli nüfûz ve tesiri azalan tasavvufî hayatı, tekrar dirilterek cemiyete yeni bir zindelik kazandırmıştı.

Onun mânevî tasarrufu vefatından sonra da devam etmiştir:

    1638’de Bağdat seferine çıkan 4. Murad’ın dirâyetini bilen Safevî hükümdârı, onun Bağdat önlerine gelmesi hâlinde şehri mutlak sûrette kaybedeceğini bildiğinden Sultân’ı bir suikastle ortadan kaldırmanın daha yerinde olduğunu düşünerek üç husûsî yetiştirilmiş casusu Osmanlı ordusuna göndermişti. Bunlar, bir gece sekiz kadar nöbetçiyi aşarak Sultân’ın yanına kadar girmeyi başardılar. Hemen hançerlerini çekip yatağın başına yaklaştılar. Uyumakta olan Sultan, o anda bir rüyâ görmeye başladı:

    Çok sevdiği rahmetli üstâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, kendisine misâfir olmuştu. Birlikte oturuyorlardı. Ancak o esnâda Hazret-i Pîr’in o vakte kadar kendisinden görülmemiş bir sür’atle birden ayağa kalkmasıyla haykırması bir oldu:

“–Oğlum Murad! Ayağa kalk!”

    Zaten hocası daha ayağa kalkarken edeben ayağa kalkmaya davranan 4. Murad Han, gelen emirle daha bir hızla yerinden doğruldu. Rüyâda gerçekleşen bu doğruluşla birlikte uyanarak gerçekte de yatağından kalkıverdi ve başında bulunan eli hançerli üç şahsı fark etti. Derhâl üzerlerine yorganını fırlattı ve başı ucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzunu kavradığı gibi üçünü de yere serdi. Böylece hocası Hüdâyî Hazretleri’nin yeni bir tasarrufuyla mutlak bir suikastten kurtulmuş oldu.

    Hazret-i Pîr’in vefâtından sonra gerçekleşen bu tasarrufu, günümüzde de hâlen cârîdir ve birçok yaşanmış misâlleri vardır. İbret ve mâlumat bakımından bir misâl daha zikredelim:

***

   Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr’in türbesi önüne nur yüzlü, buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imamına rastladı ve:

“–Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.

Böyle bir suâl karşısında şaşıran imam Muharrem Efendi:

“–Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:

“–Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.

Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:

“–Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Genç de, talebini tekrarladı:

“–O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.

Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:

“–Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun?” diye sordu.

   Yüzü gibi sînesi de sâf olan delikanlı, lâfın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:

“–Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcut olduğunu idrâk etti ve merakla sordu:

“–Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?”

Genç anlatmaya başladı:

    “–Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:

«–Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?» dedi.

Ben de:

«–Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.» dedim.

Nur yüzlü ihtiyar, hafifçe başını salladı:

«–Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!» dedi.

    Birlikte müthiş bir ateş çemberi altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevk ediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu vs. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:

«–Baba! Ya sen kimsin?»

O da:

«–Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.» dedi.

Sonra:

«–Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?» dedim.

O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:

«–Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!» dedi.

   Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.

   Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:

«–Buraya nasıl gelebildin?!»

Ben de:

«–Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.» dedim.

   Harp bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:

«O mübârek bir zâttır» diyerek burayı târif ettiler.”

Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:

“–Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.

    Böylece meseleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdeta kekeleyerek hulâsaten:

“–Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1541-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allah dostudur. Herhâlde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.

    Bu cevabı duyan vefâkâr ve îmanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.

Hüdâyî mihrabının imamı da ağlıyordu…

    Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından sadece bir misâldir.

   Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. O’nun kullara bu nevî yardımları da, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar varolagelmiştir.

***

   Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1.

55 yaşından sonra sağlıklı kalmanın yolları
E-postalarınızın spama düşmesini önlemek için ne yapmalısınız?

Benzer Yazılar   
Hangi Dinin Doğru Olduğunu Nasıl Anlarsınız?

Yağmurdan Çıkaracağımız Dersler

Kul hakkı

Sabrın Anlamı Üzerine: Sabr Kavramının Kilidini Açmak

Hz.Muhammed: Her Zaman Bir Umut Feneri

Kur'an-ı Kerim'e Göre Hareket Etmek - 1

Güncel yazılar için tıklayın   

Kategori Videosu   

İlginizi Çekecek Yazılar   

En Çok Okunan Yazılar   

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.